10 Ocak 2013 Perşembe

85. Akademi Ödülleri Adayları


85. Akademi Ödülleri Adayları açıklandı. Ben Moonrise Kingdom için çok umutluydum, Katryn Bigelow'un yokluğu da şok oldu. Ve Akademi Amour ile Silver Linings Playbook'u çok sevmiş gibi gözüküyor :) Neyse, her şey 24 Şubat'ta belli olacak. 

Ve unutmadan, adayların tam listesi:


EN İYİ FİLM
  • Amour
  • Argo
  • Beasts of the Southern Wild
  • Django Unchained
  • Les Miserables
  • Life of Pi
  • Lincoln
  • Silver Linings Playbook
  • Zero Dark Thirty

EN İYİ YÖNETMEN
  • Michael Haneke - Amour
  • Benh Zeitlin - Beasts of the Southern Wild
  • Ang Lee - Life of Pi
  • Steven Spielberg - Lincoln
  • David O. Russell - Silver Linings Playbook

EN İYİ ERKEK OYUNCU
  • Bradley Cooper - Silver Linings Playbook
  • Daniel Day-Lewis - Lincoln
  • Hugh Jackman - Les Miserables
  • Joaquin Phoenix - The Master
  • Denzel Washington - Flight

EN İYİ KADIN OYUNCU
  • Jessica Chastain - Zero Dark Thirty
  • Jennifer Lawrence - Silver Linings Playbook
  • Emmanuelle Riva - Amour
  • Quvenzhane Wallis - Beasts of the Southern Wild
  • Naomi Watts - The Impossible

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
  • Alan Arkin - Arkin
  • Robert De Niro - Silver Linings Playbook
  • Philip Seymour Hoffman - The Master
  • Tommy Lee Jones - Lincoln
  • Christoph Waltz - Django Unchained

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
  • Amy Adams - The Master
  • Sally Field - Lincoln
  • Anne Hathaway - Les Miserables
  • Helen Hunt - The Sessions
  • Jacki Weaver - Silver Linings Playbook

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO
  • Amour - Michael Haneke
  • Django Unchained - Quentin Tarantino
  • Flight - John Gatins
  • Moonrise Kingdom - Wes Anderson ve Roman Coppola
  • Zero Dark Thirty - Mark Boal

EN İYİ UYARLAMA SENARYO
  • Argo - Chris Terrio
  • Beasts of the Southern Wild - Benh Zeitlin ve Lucy Alibar
  • Life of Pi - David Magee
  • Lincoln - Tony Kushner
  • Silver Linings Playbook - David O. Russell

EN İYİ KURGU
  • Argo - William Goldenberg
  • Life of Pi - Tim Squyres
  • Lincoln - Michael Kahn
  • Silver Linings Playbook - Jay Cassidy ve Crispin Stuthers
  • Zero Dark Thirty - William Goldenberg ve Dylan Tichenor

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ
  • Anna Karenina - Seamus McGarvey
  • Django Unchained - Robert Richardson
  • Life of Pi - Claudio Miranda
  • Lincoln - Janusz Kaminski
  • Skyfall - Roger Deakins

EN İYİ PRODÜKSİYON TASARIMI
  • Anna Karenina - Sarah Greenwood ve Katie Spencer
  • The Hobbit: An Unexpected Journey - Dan Hennah ve Ra Vincent
  • Les Miserables - Eve Stewart
  • Life of Pi - David Gropman ve Anna Pinnock
  • Lincoln - Rick Carter, Jim Erickson ve Peter T. Frank

EN İYİ KOSTÜM TASARIMI
  • Anna Karenina - Jacqueline Durran
  • Les Miserables - Paco Delgado
  • Lincoln - Joanna Johnston
  • Mirror Mirror - Eiko Ishioka
  • Snow White and the Huntsman - Colleen Atwood

EN İYİ ÖZGÜN MÜZİK
  • Anna Karenina - Dario Marianelli
  • Argo - Alexandre Desplat
  • Life of Pi - Mychael Danna
  • Lincoln - John Williams
  • Skyfall - Thomas Newman

EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI
  • Before My Time - Chasing Ice
  • Everybody Needs a Friend - Ted
  • Pi’s Lullaby - Life of Pi
  • Skyfall - Skyfall
  • Suddenly - Les Miserables

EN İYİ GÖRSEL EFEKT
  • The Avengers
  • The Hobbit: An Unexpected Journey
  • Life of Pi
  • Prometheus
  • Snow White and the Huntsman

EN İYİ MAKYAJ & SAÇ TASARIMI
  • Hitchcock
  • The Hobbit: An Unexpected Journey
  • Les Miserables

EN İYİ SES KURGUSU
  • Argo
  • Django Unchained
  • Life of Pi
  • Skyfall
  • Zero Dark Thirty

EN İYİ SES MİKSAJI
  • Argo
  • Les Miserables
  • Life of Pi
  • Lincoln
  • Skyfall

EN İYİ ANİMASYON
  • Wreck-It Ralph
  • Brave
  • Frankenweenie
  • ParaNorman
  • The Pirates! Band of Misfits

YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM
  • Amour (Avusturya)
  • No (Şili)
  • A Royal Affair (Danimarka)
  • War Witch (Kanada)
  • Kon-Tiki (Norveç)

EN İYİ BELGESEL
  • 5 Broken Cameras
  • The Gatekeepers
  • How to Survive a Plague
  • The Imposter
  • The Invisible War
  • Searching for Sugar Man

EN İYİ KISA FİLM
  • Asad - Bryan Buckley (yönetmen), Mino Jarjoura (prodüktör)
  • Buzkashi Boys - Sam French (yönetmen), Ariel Nasr (prodüktör)
  • Curfew - Shawn Christensen (yönetmen)
  • Death of a Shadow (Dood van een Schaduw) - Tom Van Avermaet (yönetmen), Ellen De Waele (prodüktör)
  • Henry - Yan England (yönetmen)

EN İYİ KISA ANİMASYON
  • Adam and Dog - Minkyu Lee (yönetmen)
  • Fresh Cuacamole - PES (yönetmen)
  • Head Over Heels - Timothy Reckart (yönetmen) ve Fodhla Cronin O’Reilly (prodüktör)
  • Maggie Simpson in “The Longest Daycare” - David Silverman (yönetmen)
  • Paperman - John Kahrs (yönetmen)

EN İYİ KISA BELGESEL
  • Inocente
  • Kings Point
  • Mondays at Racine
  • Open Heart
  • Redemption

23 Aralık 2012 Pazar

Struck by Lightning

Yine uzun bir ara verdim, aslında buna bir ara bile diyemem sanırım bundan sonra hep böyle olacak. Durumu özetlemem gerekirse Mimarlık bir blogla ilgilenemeyecek kadar yoğun bir bölümmüş diyebilirim. Okulun başından beri neredeyse ilk kez, kar tatili sebebiyle, neredeyse boş geçen bir hafta sonuna sahip olabildim ve tek yaptığım 'izleme' ve 'okuma' eylemleriydi. Ama yazmak için neden Struck by Lightning'i seçtim bilmiyorum, hani bazı şeyler insanı yazmaya yöneltir ve bu da öyle bir şeydi galiba.



İnsan neden kendisini ağlatan filmleri sever çözememiştim bir türlü ama galiba anlamaya başlıyorum. Acıklı hikayelerden bahsetmiyorum, mesela Titanic izleyince ağlarsınız çünkü ya umutsuz bir romantiksinizdir ve Jake'in Rose için canını feda edişi sizi yerle bir eder ya da işin gerçek yönünü düşünüp trajediye üzülürsünüz. Belki spikerler bu kadar ruhsuz olmasa haberlerde gördüğümüz her felakete ağlarız yani. Ama bir karakter için ağlamak, işte çözemediğim kısım bu. Karakterde kendinden bir şeyler bulmak, ya da kısacık iki saatte onu gerçekten benimsemek ağlatıyor insanı galiba. Struck by Lightning'i gözyaşları içinde bitiren kendimi ikinci sınıfa koyuyorum.

Öncelikle film kitap uyarlaması sayılabilir. Ve yazar sevgili başrol oyuncumuzun ta kendisi: Chris Colfer. Kendisinin büyük bir hayranı olduğumu ve filmi izleme sebebimin bile bu olduğunu söyleyebilirim. Ama doğruyu söylemek gerekirse Struck by Lightning'i izlemek için sabırsızlanmaya başladığım zaman Land of the Stories'i okumaya başladığım zamandı. Land of the Stories Chris Colfer tarafından yazılmış bir çocuk kitabı ve gerçekten inanılmaz. Kitabı henüz bitirme fırsatı bulamadım ama büyülendiğimi söylememe gerek yok sanırım. Land of the Stories beni böyle etkileyince Struck by Lightning için gün saymaya başladım (Ülkemizde vizyona girmediği gerçeği ne kadar sayacağımı bilmemi engelliyordu ne yazık ki). Ve en sonunda bugün filmi izleme fırsatını yakaladım.

Şimdi beni bu kadar etkileyen ve ağlamama sebep olan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışıyorum. Sanırım hiçbir yerde umursanmayan bir çocuğun elindeki tek şey olan hayallerini takip edişiydi. Tek bir şeye odaklanmıştı, hiçbir şey umurunda değildi çünkü o, kimsenin umurunda değildi. Carson'ın yazarlık hayalleriyle başlıyor film. Kimsenin yazmaya gönüllü olmadığı ve kimsenin okumadığı bir okul gazetesinin editörü. Kimsenin inanmadığı hayallerinin gerçek olabileceğine inanıyor ve bunun için gerçekten çalışıyor. Üniversiteye kabul edilmek için okul gazetesinin yeterli olmayacağını öğrenince de diğer öğrencilere şantajla yazılar yazdırıp bir edebiyat dergisi yayınlamaya karar veriyor. Sonrası fazla spoi oluyor sanırım, eh bir buçuk saatinizi ayırıp izlemenizi öneririm.

Film hakkında söyleyecek çok şey geliyor aklıma iyi ve kötü ama objektif bakabildiğimi sanmıyorum.  Kısaca diyebilirim ki IMDb puanı çok doğru bir puanlama olmuş film için. 7/10. Chris Colfer'ın projelerini takip eden ve hayal gücünün sınırsızlığını bilen biri olarak şunu söyleyebilirim ki bu puanı şöyle yorumlayabilirim ki; Struck by Lightning, mükemmel değil hatta bir çok eksiği var ama vaktiniz varsa izlemeniz gereken bir film.


29 Eylül 2012 Cumartesi

Mimarlıkla Tanışma (En sonunda :)


                                           İTÜ Taşkışla Kampüsü

Okulların açılmasıyla birlikte yalnız kış gecelerimi dolduracak yepyeni filmlerle blogumu tekrar güncelleme zamanım geldi diye düşünmeye başlamıştım. Ta ki ilk proje dersime girene kadar... Genelde sinema üzerine yazsam da blogun adından anlaşılacağı üzere mimarım - yani henüz değilim mezun olabilirsem olacağım ve bu düşündüğümden daha zor olacak gibi. Her neyse...

Bu blogu ilk açtığımda üniversite sınavından yeni çıkmış, hedeflediğim yeri kazanmış, mimarlıkla ilgili her gün güncellenecek olan bilgilerini paylaşmak isteyen masum bir öğrenciydim. Fakat evdeki hesabım üniversite kampüsüne uymadı. Dün gibi hatırlıyorum, hazırlıkta alana dair hiçbir şey olmayacağını öğrenip üzülmüştüm - şimdi geçen bir yılın değerini kesinlikle daha iyi anladım. Sonuç olarak hazırlık bitti ve en sonunda bendeniz birinci sınıf mimarlık öğrencisi olarak karşınızda bulunuyor ve ilk Mimari Proje dersi deneyimimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle okulumdan bahsedeyim - iyelik ekine dikkat çekerim kesinlikle benimsemiş durumdayım. Mükemmel bir yer. Yazının devamında aksine ikna etmeye çalışabilirim ama ille de mimarlık okuyacağım diyorsanız İTÜ'de okuyun. Taşkışla; dışarıdan bakınca bile insanı büyüleyen, önünden ilk geçtiğimde sütunlarına aşık olduğum bina. Tabi içi de bambaşka bir dünya. (Aaa kafiye oldu :) Günde üç öğün kaybolmaya olanak sağlayan yüksek tavanlı geniş koridorlar, o koridorları süsleyen rengarenk projeler, insanı tuhaf bir huzurla dolduran yemyeşil avlusu, ayakucunuzda yükseldiğinizde mükemmel bir manzaraya sahip büyük bir proje odası (denizin yarısını kapatan gökdelen-otelin sahiplerine öyle bir manzarayı bu kadar acımasız bir şekilde böldükleri için samimiyetten uzak saygılarımı iletiyorum) ve kesinlikle anlatamayacağım, yalnızca orada dolaşarak hissedebileceğiniz bir ruha sahip Taşkışla… Koridorda yürürken sürekli bir hikaye geçiyor aklımdan, neler gördü bu bine diye merak ediyorum. Dile gelip konuşsa günlerce dinleyebileceğim bir arkadaş olur bana.

Evet, bunlar güzel şeyler. Mükemmel bir binaya, muhtemelen Türkiye'nin en iyi akademisyen kadrolarından birine, kısacası değerlendirmesini bilen için mükemmel imkanlara sahip İTÜ Mimarlık. Ama bu kadar canlı olmasının sebebinin benim gibi hevesli öğrencileri önce kendisine aşık edip daha sonra ruhlarını emmesi olduğunu düşünmeye başlamam için sağlam sebeplerim var. Ve işte burada geliyoruz bu harikulade mekanda geçirdiğim ilk haftaya.

Pazartesi gün proje dersinden önce oryantasyon adı altında küçük bir Mimarlık Tarihi dersi dinleyip dağıtılan arı rozetlerimizi sevgiyle sahiplendikten sonra o meşhur proje odasında toplandık. Tabi bu sırada dersin normal bitme vaktine yaklaşık bir saat kalmış (tabi öyle bir şey olmadığını daha sonra öğrenecektik) ve biz saf, küçük, zavallı birinci sınıflar sanıyoruz ki biraz bilgi verecekler ve evlerimize gönderecekler. Hani ilkokulda bir hafta, lisede üç gün süren lesson-free-time olayının üniversitede olmadığını sabahki derslerimizden öğrenmişiz ama yine de umut var içimizde. Sonra dört hoca geliyor ve kısa bir “Taşkışla'ya hoş geldiniz” konuşmasının ardından sınıfın ortasında bırakılmış iki ‘Böcekler’ ansiklopedisi ve duvara asılmış çeşitli böcek fotoğraflarıyla birlikte, yalnızca gazete kağıdı ve tel kullanarak kendi böceğimizi tasarlarken buluyoruz kendimizi.( Evet, daha sevimli bir şey bulamamışlar.)

Eh yaklaşık iki saat süren çalışmalar sonucu ayakta durmakta epey zorlansa da bir böcek çıkarıyoruz ortaya. Böyle bir şeydi ufaklık :)

Ve ilk sunumumuz başlıyor bu sefer. Herkes çıkıp böceğini tanıtmalı yani. (Bu arada asla kalabalık önünde konuşabilen bir tip olmadım dolayısıyla bu sunumları ne yapacağım bilmiyorum.) Sonuç olarak normal çıkış vaktinden iki saat sonra kendimi yurda gelen o güzel yola atabiliyorum ve insanların neden bana Mimarlık yazmamamı söylediklerini anladığımı düşünüyorum. Hatta o gün neden puanımın yettiği bir Tıp Fakültesine girmedim diye oturup hayıflanmadım desem yalan olur. (Ertesi gün hemen geçti tabi :P)

Zamanla işler biraz yumuşadı tabi. (Bu ‘zaman’ dilimi iki günü kapsıyor :P) Perşembe günkü derste ise konumuz kuşlardı. (İşte sevimli bir konu!) Ve origamiden küçük bir penguen yaptım :) Bu arada o gün bir şey öğrendik ki bu proje derslerinin ‘çıkış vakti’ diye bir kavramı yokmuş. Tabi olay her zaman hayran olduğum ve öğrenmek istediğim origamiye gelince midir bilmem Pazartesi günkü kadar sinirimi bozmamaya başladı bu Mimarlık olayı. Yavaş yavaş mimarlığın bir sanat olduğuna dair düşüncelerimi hatırlatmaya başladım kendime, sonuçta sanat öğrenmek emek ve sıkı çalışma ister değil mi?

Hem olay projeden de ibaret değil elbette, galiba Pazartesi bizim gözümüzü korkutmaya çalıştılar. (Ve neredeyse başarıyorlardı…) Örneğin Temel Tasarım ve Plastik Sanatlar adı altında bir ders mevcut ki kesinlikle herkesin hayatında bir kere yaşaması gereken bir deneyim. Tek bir dersin bile nasıl bir görsel şölen olduğunu düşününce beynimde gökkuşakları uçuşmaya başlıyor. (Emin olun bu iyi bir şey.) Ah bir de Sanat Tarihi var ki, daha yeni yeni mimarlık okumaya karar verdiğim lise yıllarımda İTÜ Mimarlığın sayfasından seçmeli derslere bakıp “Bunu kesinlikle almalıyım!” dediğim dersti kendisi.

Sonuç olarak bir hafta içerisinde küçük çaplı bir depresyon yaşadım resmen ama bunu hazırlıktan bölüme geçiş dönemi olarak görmeye karar verdim. Evet, bölüm de çok yardımcı olmuyor ancak ben bunu o kadar sene istedikten sonra bu kadar kolay pes etmek normal miydi? Tabi ki hayır. Bugün geçirdiğim bir haftayı göz önüne getiriyorum ve ne kadar çok şey öğrendiğimi düşününce şaşırmadan duramıyorum. (En çok aklımda kalan kısım da ilk gün oryantasyondaki hocanın insanların binalarımızı ‘mıncıklayacağını’ ve buna üzülmememiz gerektiğini söylediği kısımdı :P) Şimdi, lisede koyu bir mimarlık fanatiği olan ve kim ne derse desin ondan vazgeçmeyen kızı geri getirme zamanı. Kimse vazgeçmeyecek ve en sonunda ya mimarlık beni bitirecek ya ben mimarlığı :)

26 Mart 2012 Pazartesi

The Hunger Games


Nereden başlasam, ne yazsam bilemedim... Her bir karesiyle beni büyülemiş durumda çünkü... Belki bu yorumu yazmadan önce biraz beklemeli ve filmin etkisinin üzerimden kalkmasına izin vermeliydim ama kafamdaki şeyleri unutmak istemedim.. İşte başlıyorum...

Öncelikle serinin büyük bir hayranı olduğumu hatırlatmak istiyorum. Hani forumlarından hiç çıkmayıp dünya üzerindeki en mükemmel seri oymuş gibi davrananlardan değil - bunun için Harry Potter var :P İşi Team Peeta - Team Gale olayından ibaret kılanlardan da değil. Kitabı eline ilk aldığı andan beri her karaktere teker teker bağlanıp başlarına gelecekleri sessiz bir merakla takip edenlerden... Düşündüm de son kitabı bekleyişim pek sessiz olmamıştı aslında. Ve onu okuduğumdan beri bu günü bekliyordum sanırım..

Konuyu özetleyeyim kısaca: Kuzey Amerika'da kurulmuş Panem adlı ülkenin Mıntıkalarına, yani sömürgelerine, kendi gücünü göstermek için her sene 12 mıntıkadan bir erkek bir kız olmak üzere 12-18 yaş arası ikişer çocuğu alıp bir arenaya göndermesi ve insanlara, çocuklarının birbirlerini öldürmesini izlettirmesini anlatan bir film. Daha önce buna benzer konularda yapılan filmler oldu tabi ki ama ben bu kadar iyisini izlememiştim sanırım.

Film, nasıl söylesem, önce insanda merak uyandırıyor, sonra biraz sıkıyor daha sonra da bombayı patlatıyor. İlk yarı fazla uzatılmış, doldurulmuş, bazı şeyler gereksizce atılırken bazı şeyler bambaşka yerlerden eklenmiş sahnelerle doluydu. Ama buna rağmen kitapları birkaç kere okuyan benim Suzanne Collins'in betimlemeler konusunda biraz eksik olduğunu düşünmeme sebep olan ayrıntı eksiklikleri filmde doldurulmuş gibiydi. Yani biraz donuk ve coşkusuzdu belki ama kitabın hayranlarına beklediğinden fazlasını verirken kitabı okumamışlara da olayı anlatmaya yetiyordu.

İkinci yarı ise gerçekten çok iyiydi. Oyunlara kazandırdıkları farklı bakış açıları, haraçlar ve başlarına gelenler konusundaki kitaba sağdık kalmaları ve Katniss'in bakış açısından yazılan kitaptaki bir takım filme aktarılması zor detayları başarıyla aktarmaları bir uyarlama için fazlasıyla iyiydi. Evet izlediğimiz şey yeni bir Yüzüklerin Efendisi değildi belki ama daha iyi bir yönetmeni hak ettiğini düşünmeme rağmen yeni bir Harry Potter olmayacağı da ortada diyebilirim...

Belki salona girdiğimde beklentilerimi sıfırlamış olduğum için böyle düşünüyorum ama tarafsız bakmayı da başaramıyorum ne yazık ki.. Yani en kötü Harry Potter filmleri bile sinemadan ilk çıktığımda gözüme harika görünmüşlerdi çünkü uzun zamandır beklenen bir şeye kavuşmanın coşkusu vardı içimde. Ama filmin varlığından yalnızca birkaç hafta önce haberdar olan arkadaşımın, çıkınca yaptığı yorumun özeti "Mükemmel" olunca durumumun o kadar da ümitsiz olmadığını anladım.

Sanırım tek büyük sorun seçimler açıklandığı gün şikayet ettiğim Katniss ve Peeta var... Peeta'nın boyu resmen küçücük ve Katniss de kitapta anlatılan ufak tefek, atik kıza hiç benzemiyor. Yine de bir Jennifer Lawrence hayranı olarak oyunculuğunun çok iyi olduğunu eklemeliyim.. Belki fiziksel olarak en iyi değillerdi ama Katniss'in ölümcül sessizliği, Peeta'nın komedyen ve aşık çocuk tavırları, Rue'nun bakışları ve Prim'in kırılganlığı; yani neredeyse tüm oyunculuklar başarılıydı. Üstelik bir de yine bayıldığım bir oyuncu, Stanley Tucci var ki ekranda her göründüğünde gülümsedim diyebilirim :)

Sonuç olarak belki mükemmel bir film değil ama harika bir kitap uyarlamasıydı The Hunger Games. Daha önce seriyi okumanızı tavsiye etmiştim ve hala o tavsiyemin arkasındayım ama filmi de sinemada izleme fırsatını kaçırmayın derim..:)

24 Mart 2012 Cumartesi

Emma Watson vs. Daniel Radcliffe

Nedendir bilmem ama uzun zamandır blogla ilgilenemedim. Belki sınavlardan belki de Akademi'nin Harry Potter'a attığı kazığı unutamayışımdan (daha çok ikincisi). Tabi bu beni film izlemekten alıkoydu mu? Hayır. Aslında Oscar'dan beri hayatımda hiç gitmediğim kadar sinemaya gittim ve Harry Potter serisi bittiğinde ağzımdan çıkma hatasını gösteren "Üçlünün vizyona giren tüm filmlerini sinemada izleyeceğim." sözüne uydum. Yani şimdilik 2/2'yim ama Daniel sınırlarımı zorlayacak gibi duruyor, bakalım. Şimdi bu iki filmden bahsetmek istiyorum; My Week with Marilyn ve The Woman in Black.


My Week with Marilyn, ödül sezonundan önce Emma Watson'ın varlığından dolayı radarımda olan bir filmdi. Tabi Michelle Williams aldığı onlarca adaylık ve Altın Küre'yle bakışlarımı kendisine çevirmeyi başardı. Kendisine özel bir ilgim olmasa da sevdiğim bir oyuncudur ve Marilyn Monroe gibi birini canlandırıp bu kadar övülmek kolay bir şey olmasa gerek. Aldığı Oscar adaylığıyla da performansını kanıtlayınca filmi izleme konusunda daha hevesli bir hale geldim. Ama törenden önce araya sıkıştırma şansım olmadı, ne yazık ki kazanamayacağı da aşikardı zaten. Yarış Meryl Streep ve Viola Davis'in arasında dönüyordu çünkü.

Törenden birkaç gün sonra en sonunda istediğim şeyi elde edebildim: My Week with Marilyn'e bir sinema bileti! Bu arada İstanbul'a geldiğimden beri yakın çevremdeki tüm sinemaları teker teker denemeye çalışıyorum diyebilirim, sıradaki yer Kanyon'du. Kanyon, Harry Potter and the Order of the Phoenix'in galasından beri gitmek istediğim bir yerdi zaten. Salonda toplam dört kişiydik ve film başladı. Michelle Williams ilk sahneden itibaren hayranlığımı kazandı. Bakışları, hareketleri, gülüşü, kısaca her şeyiyle gerçekten kariyerinin en iyi performansını sergilemişti - ya da benim izlediğim en iyi performansıydı. Hatta o dururken Meryl Streep'e üçüncü Oscar'ını vermiş olmaları benim için Akademi'ye söylenmek için yeni bir sebep oldu.

Bunun yanında film genel olarak da oldukça iyiydi. Williams gibi Oscar adaylığı kazanan Kenneth Branagh, ilk kez The Dushess'de izleyip oldukça beğendiğim Dominic Cooper ve filmin esas başrolü olan Eddie Redmayne de oldukça iyilerdi. Ya da Michelle Williams'ın Marilyn Monroe'yu canlandırırken saçtığı ışıkta gözüme iyi gözükmüş olabilirler. Ama hayır, gerçekten çok iyilerdi :) Filmi esas takip konum olan Emma Watson'a gelirsek neredeyse bir performansı bile yoktu diyebiliriz. Üç-dört kere kamerada gözüküp ufak tefek bir şeyler söyledi sadece. Zaten kendisi üçlünün içinde oyunculuk konusunda en az beğendiğim kişiydi, ama yine de ona, böyle harika bir filmi harika bir salonda izlememe sebep olduğu için teşekkür etmek istiyorum.



Diğer filme ve favori üçlümün diğer bir üyesine gelelim şimdi. Sekiz yaşından beri bir Harry Potter hayranıyım ama asla koyu bir Daniel Radcliffe hayranı olmamıştım. Tabi Daniel, Broadway'e adım attığında bu durum yavaş yavaş yön değiştirmeye başladı. Bir Broadway hayranı olarak Daniel'ı How to Succeed'de şarkı söyleyip dans ederken izleyip - tabi ki sadece internette yayınlanan kısımlarını - bunun altından başarıyla kalktığını görünce ileride onun hala "Harry Potter" olarak anılan biri değil, gerçek anlamda takip edilmeye değecek bir oyuncu olacağını düşünmeye başlamıştım.

Ve korku filmlerinin en basitinden bile deli gibi korkan ben, The Woman in Black vizyona girdiği gün sinemanın kapısındaydım. Salon benim gibi Harry Potter hayranlarıyla doluydu tabi. Etrafımda oturan insanların sohbetlerinden bunu anlamak kolaydı. Herkes Harry Potter'ı bir de hayaletlerle savaşırken görmeye gelmiş gibiydi. Ve film bir tren sahnesiyle başladığında herkesin yüzünde bir sırıtış oluşmuştu. Ne yazık ki filmin geri kalanında o sırıtışı tekrar bulamadım, en azından kendi yüzümde. Yanımdaki arkadaşım benim sıçrayışlarım karşısında baya eğleniyordu bu yüzden bunu herkes için söyleyemeyeceğim.

Belki biraz sert olacak ama film hakkında iyi olan hiçbir şey yok diyebilirim. Bir korku filminden harika bir senaryo beklemenin fazla olduğunun farkındayım ama tek sorun senaryo değildi. Hatta biraz zorlayınca olay örgüsü fena değildi bile diyebilirim yani, insanı meraka sürükleyen sonu tahmin edilmez bir olay vardı en azından ortada. Ama sonuç olarak içindeki hiçbir şey vasatın üstüne çıkamayan, hatta bir çok insanı korkutmayan - bu da benim için geçerli değil - sıradan bir korku filmiydi. Tabi ki her sene bunun gibi ve bundan çok çok daha kötü onlarca film çekiliyor Hollywood'da. Benim filme bu kadar acımasız davranmamın sebebi sanırım on yıl boyunca Harry Potter olarak yanımızda olan çocuğu, seri bittikten sonraki ilk performansında adam gibi bir filmde izlemek istememdi. Eh sanırım yine de Daniel'ın 2013'te vizyona girecek olan filmi Kill Your Darlings'i merakla izleyeceğim ama o da The Woman in Black gibi bir hayal kırıklığına sebep olursa sözümden dönmek zorunda kalacağım gibi görünüyor.

28 Şubat 2012 Salı

And the Oscar Goes to...


Biliyorum bu yazıyı yazmak için biraz geciktim ama ne yazık ki iki gündür bilgisayar açmaya hiç vaktim olmadı. Üç yıldır töreni canlı izliyorum ve bu seneki tören geçen senekinden daha iyi, Steve Martin'inkinden daha kötüydü. Billy Crystal'ın eskisi gibi olmadığı hakkında milyonlarca twit okudum ama eski halini bilmediğim için benim için yeterince iyiydi. Üstelik ödül sunan insanlarda yeterince eğlenceliydi bence. Emma Stone'un genç sunucu tiplemesi, Jennifer Lopez ve Cameron Diaz'ın kazananı açıklayışları ve Robert Downey Jr ve Gwyneth Paltrow'un canlı belgeselleri özellikle hoşuma gitti. Sonuç olarak hepsi geçen sene Anne Hathaway ve James Franco'nun komik olma çabalarından iyiydi.

Ben pek mutlu olduğumu söyleyemeyeceğim, çünkü sezon boyunca Harry Potter'ın görmezden gelinmezliğinin Oscar'da değişeceğini umdum fakat umduğumun yanından bile geçmedi Akademi. Görsel Efekt ödülü Hugo'ya verildikten sonra töreni kapatıp uyuma isteğimle başa çıkabilmemin tek sebebi En İyi Film'in Hugo'ya gidip gitmeyeceğini görmekti. Ve gitmediğini görünce mutlu oldum. Evet Hugo'ya herkes gibi ben de bayılmıştım ama The Artist'in daha iyi olduğu ortadaydı. Yine de filmin sessiz olması beni tereddüte düşürüyordu. Sonuç beklenildiği gibi oldu tabi.

Meryl Streep'in ödül konuşması çok hoştu. Sonunda üçüncü Oscar'ını alması beni ayrıca sevindirdi. Belki artık her sene aday olmaktan vazgeçer :P Billy Crystal Spielberg'e gençlerin önünü açmasını söylerken aynı şeyin Streep için de geçerli olduğunu düşündüm.

Uzun lafın kısası bu seneki ödül sezonu sona erdi. Benim için En İyi Kurgu ve En İyi Görsel efekt dalları haricinde sürpriz yoktu bu sene. Tahmin yaparken bazı şeyleri çok küçük umutlarla yazmıştım zaten. Yönetmen ödülünün The Tree of Life'a gitmeyeceği zaten aşikardı ama Ses Kurgusu'nda Drive için küçük de olsa bir umudum vardı. Hugo orada da ayrıca sinirimi bozdu. Sanırım bu filmi ölene kadar "84. Akademi Ödüllerini benim için mahveden, çok beğendiğim film" olarak hatırlayacağım.

Fazla uzatmaya gerek yok, üzerinden iki gün geçti ve yeterince konuşuldu her şey. İşte kazananlar...

En İyi Film: The Artist; Thomas Langman
En İyi Yönetmen: Michel Hazanavicius, The Artist
En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin, The Artist
En İti Kadın Oyuncu: Meryl Streep, The Iron Lady
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Plummer, Beginners
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Octavia Spencer, The Help
En İyi Özgün Senaryo: Midnight in Paris; Woody Allen
En İyi Uyarlama Senaryo: The Descendants; Alexander Payne, Nat Faxon ve Jim Rash
En İyi Kurgu: The Girl with the Dragon Tattoo; Kirk Baxter ve Angus Wall
En İyi Sanat Yönetimi: Hugo; Dante Ferretti ve Francesca Lo Schiavo
En İyi Görüntü Yönetimi: Hugo; Robert Richardson
En İyi Kostüm Tasarımı: The Artist; Mark Bridges
En İyi Özgün Müzik: The Artist; Ludovic Bource
En İyi Özgün Şarki: "Man on Muppet" - The Muppets; Bret McKenzie
En İyi Ses Kurgusu: Hugo; Philip Stockton ve Eugene Gearty
En İyi Ses Miksajı: Hugo; Tom Fleischman ve John Midgley
En İyi Makyaj: The Iron Lady; Mark Coulier ve J. Roy Helland
En İyi Görsel Efekt: Hugo; Rob Legato, Joss Williams, Ben Grossmann ve Alex Henning
Yabancı Dilde En İyi Film: A Seperation (İran)
En İyi Animasyon: Rango; Gore Verbinski
En İyi Belgesel: Undefeated; T.J. Martin, Dan Lindsay, Richard Middlemas
En İyi Kısa Film: The Shore; Terry George ve Oorlagh George
En İyi Kısa Animasyon: The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore; William Joyce ve Brandon Oldenburg
En İyi Kısa Belgesel: Saving Face; Daniel Junge ve Sharmeen Obaid-Chinoy

26 Şubat 2012 Pazar

Oscar Tahminleri

Sonunda Oscar gecesi geldi çattı! Törenin sonunda kazananları paylaşacağım ama ondan önce kısa dallar haricindeki tahminlerimi paylaşmak istedim :) İlk kez bu kadar donanımlıyım Oscar'dan önce bakalım kaçta kaç tutturacağım :)


En İyi Film: The Artist
En İyi Yönetmen: Terrence Malick, The Tree of Life
En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin, The Artist
En İyi Kadın Oyuncu: Meryl Streep, The Iron Lady
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Plummer, Beginners
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Octavia Spencer, The Help
En İyi Uyarlama Senaryo: The Descendants
En İyi Özgün Senaryo: Midnight in Paris
En İyi Kurgu: The Artist
En İyi Sanat Yönetimi: Hugo
En İyi Kostüm Tasarımı: The Artist
En İyi Görüntü Yönetimi: The Tree of Life
En İyi Özgün Müzik: The Artist
En İyi Özgün Şarkı: “Man in Muppet” The Muppets
En İyi Makyaj: The Iron Lady
En İyi Görsel Efekt:  Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II
En İyi Ses Kurgusu: Drive
En İyi Ses Miksajı: The Girl with the Dragon Tattoo
Yabancı Dilde En İyi Film: A Seperation (İran)
En İyi Animasyon: Rango