Nedendir bilmem ama uzun zamandır blogla ilgilenemedim. Belki sınavlardan
belki de Akademi'nin Harry Potter'a attığı kazığı unutamayışımdan (daha çok
ikincisi). Tabi bu beni film izlemekten alıkoydu mu? Hayır. Aslında Oscar'dan
beri hayatımda hiç gitmediğim kadar sinemaya gittim ve Harry Potter serisi
bittiğinde ağzımdan çıkma hatasını gösteren "Üçlünün vizyona giren tüm
filmlerini sinemada izleyeceğim." sözüne uydum. Yani şimdilik 2/2'yim ama Daniel
sınırlarımı zorlayacak gibi duruyor, bakalım. Şimdi bu iki filmden bahsetmek
istiyorum; My Week with Marilyn ve The Woman in Black.
My Week with Marilyn, ödül sezonundan önce Emma Watson'ın varlığından
dolayı radarımda olan bir filmdi. Tabi Michelle Williams aldığı onlarca adaylık
ve Altın Küre'yle bakışlarımı kendisine çevirmeyi başardı. Kendisine özel bir
ilgim olmasa da sevdiğim bir oyuncudur ve Marilyn Monroe gibi birini
canlandırıp bu kadar övülmek kolay bir şey olmasa gerek. Aldığı Oscar
adaylığıyla da performansını kanıtlayınca filmi izleme konusunda daha hevesli
bir hale geldim. Ama törenden önce araya sıkıştırma şansım olmadı,
ne yazık ki kazanamayacağı da aşikardı zaten. Yarış Meryl Streep ve Viola
Davis'in arasında dönüyordu çünkü.
Törenden birkaç gün sonra en sonunda istediğim şeyi elde edebildim: My Week
with Marilyn'e bir sinema bileti! Bu arada İstanbul'a geldiğimden beri yakın
çevremdeki tüm sinemaları teker teker denemeye çalışıyorum diyebilirim,
sıradaki yer Kanyon'du. Kanyon, Harry Potter and the Order of the Phoenix'in
galasından beri gitmek istediğim bir yerdi zaten. Salonda toplam dört kişiydik
ve film başladı. Michelle Williams ilk sahneden itibaren hayranlığımı kazandı.
Bakışları, hareketleri, gülüşü, kısaca her şeyiyle gerçekten kariyerinin en iyi
performansını sergilemişti - ya da benim izlediğim en iyi performansıydı. Hatta
o dururken Meryl Streep'e üçüncü Oscar'ını vermiş olmaları benim için
Akademi'ye söylenmek için yeni bir sebep oldu.
Bunun yanında film genel olarak da oldukça iyiydi. Williams gibi Oscar
adaylığı kazanan Kenneth Branagh, ilk kez The Dushess'de izleyip oldukça
beğendiğim Dominic Cooper ve filmin esas başrolü olan Eddie Redmayne de oldukça
iyilerdi. Ya da Michelle Williams'ın Marilyn Monroe'yu canlandırırken saçtığı
ışıkta gözüme iyi gözükmüş olabilirler. Ama hayır, gerçekten çok iyilerdi :)
Filmi esas takip konum olan Emma Watson'a gelirsek neredeyse bir performansı
bile yoktu diyebiliriz. Üç-dört kere kamerada gözüküp ufak tefek bir şeyler
söyledi sadece. Zaten kendisi üçlünün içinde oyunculuk konusunda
en az beğendiğim kişiydi, ama yine de ona, böyle harika bir filmi harika bir
salonda izlememe sebep olduğu için teşekkür etmek istiyorum.
Diğer filme ve favori üçlümün diğer bir üyesine gelelim şimdi. Sekiz
yaşından beri bir Harry Potter hayranıyım ama asla koyu bir Daniel Radcliffe
hayranı olmamıştım. Tabi Daniel, Broadway'e adım attığında bu durum yavaş yavaş
yön değiştirmeye başladı. Bir Broadway hayranı olarak Daniel'ı How to Succeed'de şarkı söyleyip
dans ederken izleyip - tabi ki sadece internette yayınlanan kısımlarını - bunun
altından başarıyla kalktığını görünce ileride onun hala "Harry
Potter" olarak anılan biri değil, gerçek anlamda takip edilmeye değecek
bir oyuncu olacağını düşünmeye başlamıştım.
Ve korku filmlerinin en basitinden bile deli gibi korkan ben, The Woman in
Black vizyona girdiği gün sinemanın kapısındaydım. Salon benim gibi Harry
Potter hayranlarıyla doluydu tabi. Etrafımda oturan insanların sohbetlerinden
bunu anlamak kolaydı. Herkes Harry Potter'ı bir de hayaletlerle savaşırken
görmeye gelmiş gibiydi. Ve film bir tren sahnesiyle başladığında herkesin
yüzünde bir sırıtış oluşmuştu. Ne yazık ki filmin geri kalanında o
sırıtışı tekrar bulamadım, en azından kendi yüzümde. Yanımdaki arkadaşım benim
sıçrayışlarım karşısında baya eğleniyordu bu yüzden bunu herkes için
söyleyemeyeceğim.
Belki biraz sert olacak ama film hakkında iyi olan hiçbir şey yok
diyebilirim. Bir korku filminden harika bir senaryo beklemenin fazla olduğunun
farkındayım ama tek sorun senaryo değildi. Hatta biraz zorlayınca olay örgüsü fena
değildi bile diyebilirim yani, insanı meraka sürükleyen sonu tahmin edilmez bir
olay vardı en azından ortada. Ama sonuç olarak içindeki hiçbir şey vasatın
üstüne çıkamayan, hatta bir çok insanı korkutmayan - bu da benim için geçerli
değil - sıradan bir korku filmiydi. Tabi ki her sene bunun gibi ve bundan çok
çok daha kötü onlarca film çekiliyor Hollywood'da. Benim filme bu kadar acımasız davranmamın sebebi sanırım on yıl boyunca Harry Potter olarak yanımızda olan
çocuğu, seri bittikten sonraki ilk performansında adam gibi bir filmde izlemek
istememdi. Eh sanırım yine de Daniel'ın 2013'te vizyona girecek olan filmi Kill Your Darlings'i merakla izleyeceğim ama o da The Woman in Black gibi bir hayal kırıklığına sebep olursa sözümden dönmek zorunda kalacağım gibi görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder